Pişmanlık kadar insana yakışan bir hal t...

 Pişmanlık kadar insana yakışan bir hal tanımadım ben Molla Kasım. Düşün ki ateşe atılmış yanıyorsun, ama her yanış bir kere daha temizliyor seni. Tam öyle bir zaman. Düşünsene; bir kapıya ikinci defa gitmek. Kaçtığın, terk ettiğin yere geri dönmek... Elveda demediğine dönüp merhaba demek. Çok zordur. Tapduk eşiğine can atıyorum ama utancım ayaklarımı oyalıyor. Bozkır geniş mi geniş. Yol çetin mi çetin. Umutlar kayıp mı kayıp. Avare dolanıyorum. Nimete şükranı unutmaktan kahrola ola. Sonunda nankörlüğümün körlüğümden olduğunu anlamışım, ama hasret ateşi de ciğerimi yakıyor. Benim için hem arı, hem arıtıcı olan Tapduk Sultan’ımdan dinlediklerimi hatırlıyor, hatırladıkça hıçkırıyor, içim içime sığmadan koşuyor, yürüyor, sürünüyor, yeniden koşuyor, yeniden yürüyor ve sürünüyorum. Yönümü bilmeden, nereye gittiğimi düşünmeden. Durmam yok, yalnızca hatırlamam var.
 Hikmet, demişti Tapduk Sultan’ım bir sohbetinde, eşyanın hakikatlerini bilip gereği ile iş yapmaktır. Ve yüce Allah’ı ilimlerin en büyüğü olan ilmi İlâhî ile bilmektir. Bir kimse bütün yaratılmışları bilse ama Hakk’ı bilmese ona hâkim denilmez. Bunun için Allah’ı bilen, Allah ile bilen, Allah’ta bilen, Allah’tan bilen hikmet sahipleri her ne kadar ilimden mahrum ve dili dönmez, ifadesi kusurlu olsa, yine hakikatte hâkim ismini almaya layıktır. Hikmet, gayb lisanını çözenlere, gönül hecesini okuyanlara açılır. Gayb dili öyle sofralar açar ki ondan niceler nasiplenir, doyarlar.
 Bana sunulan gayb dilini de, hikmeti de anlayamamanın pişmanlığıyla perişan hatırlamalar arasında yürüyorum. Zihnimi en vahşi kemirgenler gibi ısıran, her ısırışta beni yeniden perişan eden bir soru her adımda gölge gibi peşime takılıyor: Ben şimdi onun kapısına hangi yüzle giderim? Bu soru varlığımı öyle kapladı ki yüzümü dönsem önümden kaçıyor, sırtımı dönünce ayaklarıma dolanıyor. Gerçekten, şimdi ben onun kapısına hangi yüzle giderim? Bilmezlikten kurtulmak ve her şeyi bilmek istiyorum artık. Başım dönüyor, dünya dönüyor, dünya başımın üstünde dönüyor. Ona gitmek istiyorum. Ona gitmeli ve kaybettiğim kendimi bulmalı, kendimi bilmeliyim. Kendi hakikatimi bilmeden hiçbir hakikati bilemeyeceğim çünkü. Bunca yıl kendimi tanımaktan uzak yaşamış, kaç zamandır kendimi bilmemişim. Belki bu cehaleti o sonlandırabilir. Belki de bana kendimi hatırlatır. Hatta belki hatırlattı da farkına varmadım. Belki de anlattıklarını kavrayamadım. Ne demişti; Allah her şeyi kendi nurundan yarattı. Allah’ın nuru bir umman, yaratılmış her şey onun dalgaları ve köpükleri. İnsan, yaratılmışların en üstünü olmak dolayısıyla Allah’ın tecellisine en ziyade layık olandır. Güneşe göre bir zerre; ummana göre bir damla. Her damla ummandan bir parça ve her damlada ummanın bütün özellikleri var. Onun içindir ki iki cihan güneşi Muhammed Mustafa, Kendini bilen Rabb’ini bilir’ buyurmuştur. Nerede bir damla varsa ummana koşar. Her damla ummanı özler; her parça bütününü arar. Alem Adem içindedir, Adem de alem içinde. Dervişin marifeti kendini silmek değil kendini bilmekledir.
 Aslanlı Tebessüm Sultan demiş gibi, Derviş her ne ararsa kendinde aramalıydı. İyi ama şimdi ben onun kapısına hangi yüzle giderim? Onun eşiğinde geçen günlerim meğer ne bahtiyar günler imiş de ben orada yalnızca ayaklarım ve sırtımdaki ağrının hesabını yapmışım. Meğer oraya dizlerimle bağlanmışım da kalbimle bağlanmayı bilememişim. Ülfetin panzehir olduğunu unutmuş, zehirli yanını görmüşüm. Sırtımdaki yağırlar da, dizlerimdeki sızılar da meğer onun kuytusunda merhem buluyormuş. Şimdi gözümden akan yaşların, boğazıma düğümlenen hıçkırıkların bir yararı yok. Pişmanlığım, bilmezlikten. Değer bilmezlikten ve hakikati bilmezlikten... Okumam yazmam var iken hakikati bilememiştim. Bilmem zikri çekmek beni hamlıktan kurtarmamıştı. Belli ki hakikat henüz bana kapısını açmamıştı. Ömrüm, ecel elbisesini dokuyan çakşırcılar misali gönül kitabına nakış çizmekle geçmişti. Bu ne dert idi, derman bilinmezdi; ya bu ne yâre idi zahmı belirmezdi. Kenan ilinde Yusuf’u yitirmiş gibiydim, Yusuf’u bulsam Kenan bulunmazdı. Aşk pazarında canlar satılıyordu da, satılık canımı alan bulunmuyordu. Allah o abdalların mağarasında gönül nakşının yalnızca bir desenini kendime gösterince meğer ne hallere düşmüştüm! Şeyhim, Sultanım Tapduk Emrem halimi benden iyi bilirmiş ki beni oyalarmış. Oyalarmış ki hamlığımdan kemale ereyim,